Cemil Meriç ve Yalnızlık



Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.

Münekkit, sosyolog ve bir tefekkür adamı Cemil Meriç Jurnal’de böyle tanımlar kendini. Onun yeri her zaman kütüphanelerdi ve kendini soyutladığı Fildişi Kule. Yazdıklarını denize atılmış bir şişeye benzetiyordu Meriç. "Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar."

Yalnızdı. Yalnız ve sevgiye muhtaç. Tenin açlığı, ruhun açlığı, çocukluğundan beri içinde açılmış gediklerin birer yansıması. Çocukken de yalnızdı. Göçmen bir ailenin oğluydu Meriç. Göçmen bir aile, düşman bir çevre ve keşfedilmesi zorunlu bir dünya… Yaşıtları oyunlar oynarken, o oldukça farklıydı. Dört yaşında okumayı öğrendi. Kitapların dünyasına ilk o zaman girdi. Yalnız kalmak, dışlanmak ve kitaplarda yaşamak. Kitaplara kaçış bir teselliydi, bir limandı. Başka dünyalara girmek, başka karakterlerde yaşamak. Bu duygularını mektuplarda şöyle dile getiriyor

Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanyası’dı, Emma Bovari’nin yaşadı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac’ta bütün bir asrı yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.

Koca şehirde tek başınaydı. Tek bir kadın dahi sevilmeye layık görmemişti. Belki de bayağılık ve kabalık gibi nitelikleri bünyesinde barındırmadığından gereken değeri göremiyordu. Hassastı, sevmek için yaratılmıştı.

“Ama ne bir genç kızın, bir tek genç kızın bakışlarında sevgiye benzer bir pırıltı görmüş, ne yanı başında bir kadın vücudunun sıcaklığını duymuş. Bu kasaba kerhanesi onun için bir gurur yarası. Kendini etrafındakilerden küçük görüyor. Onların kadın karşısındaki cihangirane tavırlarını kıskanıyor. Nelerini kıskanmıyor ki? Bayağılıklarını, kötülüklerini, kabalıklarını.”

Sevmek zorundaydı. Seçme şansı yoktu. Bu kaygılardan kurtuluşun hayata direnmenin bir biçimiydi sevmek. Her kadın bir umuttu ancak her biri kendini diğerlerinden daha aşağı hissettirdi ona. Bir deli gibi gördüler onu.

“Linda, Emine ve sonrakiler... tutunmak istediği birer daldı. Düşen tutunacağı dalları seçmez. Ve hepsi de kuru bir dal kadar duygusuzdular. ...Ama o bunların hepsini sevdi. Açtı, şefkate, kadına açtı. Hiçbiri yüz vermedi ona. Güldüler. Deliye bak dediler.”

Emine ile Râyegân'ın elini bile sıkmadı. Ve hiçbirinin dudaklarından sevgiye benzer tek kelimenin döküldüğüne şahit olmadı. Ezildi ve hor görüldü. Neden? Çok ateşli, çok kuvvetli bir "mâle"di. Hassastı, sevmek için yaratılmıştı.”

“En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor. Linda'yla münasebetleri üzerine hiçbir zaman ciddi bir tahlile girişmedi. Neden? Belki kendinden utanıyor, hayatının o devresinde yüzünü kızartmayacak tek gün yok. Onun için hafıza kusmuş o hatıraları. Ne yapabilirdi? Kadına susamıştı, şefkate susamıştı, hayata susamıştı. Yalnızdı.”


Cemil Meriç yalnızlıktan, paryalıktan kurtuluşunu ise şöyle ifade ediyor, "Hayır, severek evlenmedim. Hayatımı bir zebani ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı. Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş, cehennemden kurtuluş."


“…Ben heyecandım, spontaneite’idim, şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı, fırtınasız bir liman… Kasırgadan kaçmak isteyen bir geminin güvenle sığınacağı bir liman…"


Cemil Meriç'in Yalnızlık Üzerine Yazdıkları


...Seni seviyorum sözünün bir yalan, bir teselli, bir alay olarak bile muhatabı olmamak. Muhatabı ve mütekellimi.

Gece ve O, başbaşa. Yıllardan beri O geceyle başbaşadır. Başbaşa. Fakat gece de yalnız, O da. Birbirlerinin ciğerlerini sökmek için fırsat kollayan iki düşman gibi başbaşalar geceyle, gece pençelerini bütün uzviyetine geçirmeye hazır.

Neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...

Sevmek zorundaydı. Yirmi iki sene kadınsız yaşamıştı. Kadınla nasıl konuşulur bilmiyordu. Güveni yoktu kendine. Hiç mi hiç güveni yoktu. İzdivaç teklif edebileceği her kadına evlenelim dedi. Ne yapabilirdi başka? Başka şekilde bir kadına sahip olabilmeyi aklından geçiremiyordu ki. Bütün kadınlar reddettiler. Bütün kadınlar. Yani Linda, Emine, Sevim, Alis. Râyegân böyle bir tekliften hiçbir zaman haberdar olamadı. Sonra Câzibe'nin aracılığı ve ismini bile hatırlamadığı iki ilkokul öğretmeninden gelen ret cevabı. Dünyası bu kadardı.

Gölge. İnsanlar birer gölge, konuşan, gülen, inleyen ve eriyen birer gölge. Toprak nasıl emerse suları, zaman da bu gölgeleri öyle yutuyor.

Benim efsanelerimi dinleyecek kimsem yok. Ve uyuyamıyorum da. Keşke ıstıraplarım sevdiklerimin işine yarasa.

Ben susuzum. Bilgiye susuzum, sevgiye susuzum. Yaşamadan geçen yılların acısını beynimin içinde duyuyorum.

Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız ve aç kalmak. Köpeklerin bisküvilerle beslendiği bir dünyada aç bir aydın, aç bin aydın, aç milyonlarca aydın. Ama beni açlıktan fazla isyana sürükleyen tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık. Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç hiçbir zaman dolaşmamıştır, diye düşünürdüm.

Ben düşünen, okuyan ve temsil ettiği, temsil ettiğini sandığı beşeri kıymetleri lekelememek için aç kalmaya, açlıktan kıvranmaya razı olan adam. Sonra bu açlık yalnız midenin değil, daha korkunç açlıklarla kol kola idi. Tenin açlığı, gönlün açlığı. Yaşamadım. Çocukluğumu, gençliğimi, yaşamadım. Hep kafamın üzerinde yürüdü vücudum.

Tanrının alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi. Zira takdir de kolalı yaka takan bir sevgidir. Parçanın bütüne hasreti, bütün insanlar tarafından okunmak, yâni onlarla, kâinatla kaynaşmak, beraber yaşamak, tek kalp olmak. İnsan bülbül gibi şakıyamaz. Dinlenmezse susar.

Açılmayan bir kitap gibiyim. Küskün ve biçâre.

O kadar yalnızdım ki karanlıklardan İblisin eli uzansa minnetle sıkardım.
Kadın, kadın.. Özlediğin hiçbir dişinin saçlarına dokunmadı ellerin. Linda için tahammül edilmez bir deliydin, ağlayan, yalvaran, yanan. "Kadının en kötü oynadığı rol Tanrıça rolü" diyor bir Japon şiiri.
Ben ezelden beri susuzum. Kitaba susuzum, kadına susuzum, insana susuzum. Bedbaht bir petrol lambasının en karanlık geceyi yıldızlaştıran ışığı. Petrol lambası alev alev yandıktan sonra sönebilir. Ama hiç yanmadan küflenen, kırılan ve atılan bir petrol lambası olmak.

Kelimeler senin kokunla sarhoş. Saçlarını okşayan rüzgârı kıskanıyorum. Tenine sarılan entarini kıskanıyorum. Saçlarında dolaşan tarağı kıskanıyorum. Anlıyor musun? Aynanı kıskanıyorum. Yatağını kıskanıyorum. Yılları kıskanıyorum. Kimsin sen?

Benim gönlüm uçsuz bucaksız bir ummandır. Orada incileşen sensin. Hayat tesadüfün eseri, protoplazma tesadüf. Kader Kristof Kolomb'un karşısına Amerika'yı çıkarır. Dante'nin cehenneminde en korkunç azaplar, bahtiyar olabilirken olama-yanları bekliyor. Bunu sana daha evvel söylemiştim. Bu gece yine uykusuzum. Yine kulaklarımda sen varsın, etimde sen varsın. Seni olduğun gibi kabul etmek! Tanımıyorum ki. Bir saatte dört mevsim. Toprak bile almadan vermez. Harikulade bir romanı beraber yazabiliriz. Yazabilmek ne kelime! Yaşayabiliriz. Roman başladı mı? Bir dakika kendin ol. Bir dakika cemiyetten sıyrıl, ezberlediklerini unut. Bırak varlığını. Bir rüyaya bırakır gibi bırak. Aşkın bir oyun olduğunu kabul etmiyorum. Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir. Yeniden doğmak için uyanıştır. Aşkın bütün sırrı iki kelimede: varlığından soyunmak. Aşk için ya hep vardır, ya hiç. Sen hep misin, hiç misin? Bu iş ters başladı. Belki anlamadığın ve anlamayacağın bir dili konuşuyorum. Bu dili anlayan kaldı mı ki?

Sen, ıstırabı kitapta gören kadın! Istırabı ve hazzı. Sen kabak çekirdeği ile oyalanan çocuk. Ama bu, oyunun kaidesi. Belki işitmişsindir, Alman şiirinin Goethe'den çok daha büyük bir yaratıcısı vardı: Hölderlin. Delirdi. Sana ne Hölderlin'den? Hölderlin'i kaç çağdaşı tanı-yordu? Bir marangoz evini açtı ona. Hölderlin neden delirdi bilir misin? Karşısına sen çıktın. Nietzsche de delirdi...

Benim gençliğimde kız arkadaşım olmadı. Neden? Her bulunduğum yerde birinciydim. Kolumla birinciydim. Kafamla birinciydim. Ve her zaman bir kadın için bir Ortaçağ şövalye-sinden bin kere fedakâr olabilecek yaratılışta idim. Benim kız arkadaşım olmadı. Belki çok sevdiğim için, çok seveceğim için, bahtiyar edeceğim için olmadı... Ben çocuk da olmadım, genç de olmadım. Daima yaşlıydım. Hayat böyledir sevgilim, kimsenin suçu yok. 36 yaşında karanlığa gömüldüm. Belki bu daha iyi oldu. Olmak ve olmamak. Hiç-bir şey olamadım. Sana rastladığım zaman uçurumun kenarındaydım. Yine uçurumun kenarındayım. Bilemezsin, çektiklerimi bilemezsin. Sen ıstırabı kitaplarda gören kadınsın! Herkesi kıskandım. Bilhassa senin erkeğini. Ama hazineyi bekleyen ejder kıskanılmaya ne kadar layıktır? ...

Yabancı bir ülkede ölümü beklerken bir kadın bana, sen kıskanılacak adamsın, dedi, sevilecek adamsın. Bu kadına peki desem, kocasını zehirleyecekti. Ben susuzum. Sevgiye ve kadına. Bütün etim, bütün varlığım susuz. Hiçbir çöl böylesine alev alev değil. Sen huzur içinde uyuyorsun. Yarın gece bir başka dostundasın. Bir başka dost. Sitemden hoşlanmıyorsun.

Daha çok gencim. Ama uçuruma yuvarlanmamak için bir kadın eline ihtiyacım var.Bir buçuk milyar kadın var dünyada. Kristof Kolomb'un karşısına...

Meyhane masalarında, sokaklarda. Mefisto'ya satar gibi izdivaca sattım kendimi. Bir parça et ve bir parça şefkat. Geçti yıllar. Zilleti Dejanire'in gömleği gibi çıkartamadım sırtımdan. Daima kendimden utandım. Yaratmak mümkün değildi.

Sen benim yarattığım bir rüyasın. Saatlerdir gözyaşlarını konuştu. Sözlerimden daha beliğ idiler. Demek ne acınmaya layıkım, ne sevilmeye...
Ve sen kendilerine hiçbir şey eklemediğin, sana hiçbir şey vermeyecek olan insanların arasındasın. Bunlar sensiz yaşayabilir my darling....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Edip Cansever’in Uyumsuzu: “Çağrılmayan Yakup”

SAİT FAİK ÜZERİNE BİR İNCELEME VE “YILAN UYKUSU”