SAİT FAİK ÜZERİNE BİR İNCELEME VE “YILAN UYKUSU”
SAİT FAİK ÜZERİNE
BİR İNCELEME VE “YILAN UYKUSU”
“Yalnızlık
dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey
bir insanı sevmekle bitiyor.”
Sait Faik
Abasıyanık
Sait Faik’in hikâyeleri,
Türk hikâyeciliğinde bir dönüm noktasıdır. Hem Türk hikâyesini modernist bir
çizgiye taşıdığı hem de kendinden sonra gelen sanatçılar üzerinde derin
etkileri olduğu söylenebilir.
Sait Faik ölümünden önceki son eseri olan “Alemdağ’da Var Bir Yılan” a kadar olan kitaplarında daha çok toplumsal temalı konuları işledi. Eserlerinin karakterlerini daha çok sıradan insanlar oluşturdu. Bazen kahvehanedeki yaşlı bir insan, bazen bir balıkçı ya da yolculukları sırasında gözlemlediği insanlar. Bizlere bu insanların bilmediğimiz, günlük hayatta dikkat bile etmeyeceğimiz yönlerini gösterdi. Zaman zaman da topal bir martıdan ya da dülger balığının ölümünden söz etti. Bu hikâyelerin bizleri saran sıcaklığı, günlük yaşantımızda fark etmediğimiz detayları ve güzellikleri gözlemlememize vesile oldu.
Sait Faik ölümünden önceki son eseri olan “Alemdağ’da Var Bir Yılan” a kadar olan kitaplarında daha çok toplumsal temalı konuları işledi. Eserlerinin karakterlerini daha çok sıradan insanlar oluşturdu. Bazen kahvehanedeki yaşlı bir insan, bazen bir balıkçı ya da yolculukları sırasında gözlemlediği insanlar. Bizlere bu insanların bilmediğimiz, günlük hayatta dikkat bile etmeyeceğimiz yönlerini gösterdi. Zaman zaman da topal bir martıdan ya da dülger balığının ölümünden söz etti. Bu hikâyelerin bizleri saran sıcaklığı, günlük yaşantımızda fark etmediğimiz detayları ve güzellikleri gözlemlememize vesile oldu.
Birçoğumuz Sait
Faik’le “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabıyla tanıştık ya da en azından bir
yerlerde duyduk. Onun yazarlık çizgisi “Alemdağ’da
Var Bir Yılan” adlı kitabıyla farklı bir hikâye anlayışına evriliyor. Bu kitap ve ölümünden sonraki kitabı olan “Az
Şekerli” de yayımlanan hikâyelerin Türk edebiyatında önemli etkileri vardır. “Alemdağ’da
Var Bir Yılan” da ki hikâyelerde artık toplumdan bireyler değil, yazarın kendisini
görüyoruz. Yazar kendisini merkeze alarak, bireyin yalnızlığını, dış dünyaya
yabancılaşmasını ve ölüm korkusu gibi konuları işlemiştir. Bu hikâyelerde
gerçek ve muhayyel dünya iç içe geçmiş vaziyettedir. Sabit bir mekân ve zaman
yoktur. Gerçeküstü ögeler bir hayli fazladır. Bazen hikâyenin gerçek bir mekânda
mı yoksa bir rüyada mı geçtiğini anlaşılması bile oldukça güçtür çünkü Sait
Faik’te rüya ve gerçek iç içe geçmiştir.
Son dönem
öykülerinde Sait Faik’in kendisini merkeze almasıyla hikayelerde bir “Flâneur” yarattığı söylenebilir. Bu
kavrama Walter Benjamin’in “Pasajlar” adlı kitabında değinilmiştir. Fransızca
da “avare gezinen” anlamını taşıyan sözcük, Benjamin’de bir temel kavram
niteliğindedir ve yaya dolaşırken, aynı zamanda çevre izlenimleriyle düşünce
üreten kişi anlamında kullanılmıştır. Flâneur, her şeyden önce kendini içinde
bulunduğu toplumda tedirgin hisseden biridir. Bundan ötürü kalabalığı arar;
kalabalık içerisinde saklanmasının nedeni de, sözü edilen tedirginlik çıkış
noktası alınarak aranabilir. Kalabalık, lanetlinin yalnızca en yeni sığınağı
değildir; aynı zamanda toplumdışı kılınmış olan insanın kullandığı en yeni
uyuşturucudur. Flâneur, kalabalık içerisinde yaşayan bir terk edilmiş kişidir. Sait
Faik ve hikâyelerindeki kişiler de Walter Benjamin’in tanımladığı Flâneur’dur. “Lüzumsuz
Adam” adlı kitabında şunları söyler Sait Faik, “O, dünyaya hayretle bakmaya
doğmuştur. Hiçbir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Başını alıp yollarda
dolaşmaya, insanlar neler yapıyor diye görmeye, görmemeye, gelmiştir.
YILAN UYKUSU
“Alemdağ’da Var
Bir Yılan” kitabının son hikâyesidir “Yılan Uykusu”. Bu hikâye Sait Faik’te
gerçeküstücülüğün doruk noktasıdır. Yılan Uykusu’nda karakterler iyice
belirsizleşmeye başlamıştır, isimleri ve hatta cinsiyetleri bile
belirtilmemiştir. Cansız nesneler hikâyeye figür olarak yerleşmeye başlamıştır.
Ağaçlar, kuşlar, bulutlar metinde önemli yer tutmaktadır. Anlatım alegorik bir
anlatım tarzına sahiptir.
Fikret Ürgüp,
Sait Faik kendisine bu hikâyeyi ilk okuduğunda hissettiklerini şöyle aktarır, “Adamın
elleri ceplerinde buz tutuyor. Korkunç yalnızlık. Bir sıcak varlığı sevmek,
ancak sevgi etrafında kendi yaşadığını hissedebilmek. Öteki odaya birisi, bir
insan geliyor, buzlar eriyor. O insanı elden kaçırmamak lazım. Yatağın içine,
yorganın altına saklamak, ne olursa olsun muhafaza etmek, babasından, düşmanlarından,
herkes(ler)den saklamak. Bir tek mevcudiyet, bütün dünya ondan ibaret, hayatın
damarlarda sıcak dolanışı ancak o suretle mümkün. Yoksa eller, kalp, ruh, hepsi
buz oluyor, donuyor. Kendi yaşadığını ancak sevgi ile hissedebilmek. Yoksa yabancı,
cansız mı canlı mı belli değil…”
Yılan Uykusu’ndan
Bazı Kesitler
Hikayenin ilk
kısmında anlatıcı kendisinin, insanın kim olduğunu, ne olduğunu tanıma
arzusundadır. Kendini tanıma arzusunu şöyle ifade eder hikayede, “’Tanı, tanı,
kendini tanı.’ İşe başla bir kere bu yönden”. Uzun uzun insanoğlunu tanıtır. Önce
“Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.” diyerek herkesin
öncelikle insan olduğunu ama sonrasında ise “İnsanoğlu, tıpkı senin gibi
apayrı.” diyerek insanların birbirinden temel olarak insan olmanın dışında bazı
özelliklerle ayrıldığını vurgular.
“İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli
ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var, saçları var,
kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme
izleri. Yaramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri,
parmakları, işte ayakları. Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.”
“…Üstelik seviyorsun da onu. Dudağının kıvrımını
seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç
kırışığını. İşte senin gibi apayrı.
Canına sokacağın geliyor.”
“…İşte sevdiğin
dudağın kıvrıntısından duman çıkıyor. Haydi bakalım. Bil onu bakalım. Kimdir?
Senin hakkında ne düşünür? Şu saatte nerede olmayı ister? Senin sevgin umurunda
mı?”
“İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle
söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz
aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.”
İşte karşı karşıyasın. Birdenbire kalkar,
dudaklarından öpebilirsin. Gözlerini kapar. Ne güzel gözlerini kapar. Belki de
seni görmemek içindir. Sen de kaparsın gözlerini. Belki de onu görmemek
içindir. Ne sen onu, ne o seni anlıyor. Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor.
"Tanı, tanı, kendini tanı".
İşe başla bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.”
İkinci bölümde
anlatıcı bir evin odaları içinde yaşananları okuyucuya aktarır. Hikâyenin en
can alıcı kısmı burada gerçekleşir. Bir kapıyla birbirinden ayrılan iki oda
vardır. Odalardan birinde soba yanıyordur ve sevilen kişi diğer odada
bulunmaktadır. Sobalı odada sobanın yanmasına rağmen karakterin bu odada
donması tezatlığını şöyle dile getirir yazar, “Elbiselerimin cepleri buzdan kaskatı kesilmişti. Elimi cebime de
sokamıyordum. Soba harıl harıl yanıyordu. Sobanın üstünde buzlar eriyordu…” Daha sonra sevilen kişinin çağırmasıyla diğer
odaya geçen karakterimiz ısınmaya başlamıştır.
“Bana döndü. "Buz kestin orda, dedi, bu odaya
gelsene!" "O oda sıcak mı?" diye sormuşum gibi "sıcak ya,
dedi, bu oda ısındı" "senden mi?" diye sormuşum gibi
"benden ya, dedi". Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. Herhalde
sobada bir bozukluk olacak diye boruya elimi sürmemle çekmem bir oldu.
O içeriki odadan sanki beni görüyormuş gibi:
"Sobada iş yok!" dedi.
İçeriki odaya geçtim. Yatak hazırdı. O ta köşeye
büzülmüştü. Yanına sokuldum. Sıcacıktı. Hamam gibi idi. "Dondum sobalı
odada yapayalnız," dedim, "burası ne iyi imiş!...”
Ardından şöyle
bir cümle ile bu tezatlık vurgulanır, “İçime
bir şeyler doğmuştu. Birdenbire yine garipsemiştim her şeyi. Onun yanı
sıcacıktı. İçeriki sobalı odada soba harıl harıl yanıyordu. Ama kütüphanenin
camı buz tutmuştu. Sonra içeride kuru dallarına kar birikmiş bir ağaç vardı. Ağacın
üstünde kuş. Kuş soğuktan kabarmıştı. Sabaha ya çıkar ya çıkmazdı…”
Hikayede
ayrıca başka canlı ve nesnelerde önemli figürler olarak yer alıyor,
“Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi.
İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını dökmüş bir ağaç girdi.
Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir bulut
girdi. Sonra... Sonra kar yağmaya başladı. Kütüphanenin camı buz tutmaya
başladı. Ampulün ışığı buza girip çıktı. Üşüyerek yine tavandaki şişesine
girdi.”
“İçeriki odaya girmek canım istemiyordu. Herhalde
o da kalkıp çoktan gitmiş olacaktı. Kuşla beraber pencereden çıkmış
olacaklardı. Ama o oda herhalde hâlâ sıcaktı. Ağacı yerinden söküp balkon
kapısından fırlattım. Dumanla bulut da onun arkasından kendi kendilerine
gittiler.
Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu.
Anahtarı biraz kıstım. İçeriki odaya geçtim. Yorganı açtım. Köşeye büzülmüş
mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, benim
kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini,
onun mışıl mışıl uykusunu duydum.”
Yorumlar
Yorum Gönder